top of page
Yazarın fotoğrafıŞule Ateş

Yaşayan Bir Performans

Bu yazı, İstanbul Art News’in Nisan 2018 tarihli sayısında yayınlanmıştır.


“Vahşet Tiyatrosu”ndan Happeningʼlere, “Living Theatre”dan Fluxus ritüellerine, “eylem resmi”nden “artırılmış gerçeklik” (augmented reality) ve “Flash Mob”lara, performans, her zaman bir eylem deneyimi oldu. Eylemi medyum kılmak, zaman ve mekândan bağımsız olarak “her yer”de olmak demek: yersiz yurtsuzlaştırma eylemi... Performans, ister sokağa çıksın ister sahneye, ister iletişim ağlarına sızsın ister kanlı canlı organizmalara, bir “katılım sanatı” olmak zorunda. Bir deneyim sanatı, göçebe bir sanat, oyuncul bir sanat...


Dr. Özgür Uçkan [1]


Ortak bir tiyatro literatürüne sahip olmadığımız ülkemizde, performans sözcüğünün ne anlama geldiği konusunda da kafamız epeyce karışık. "Gösteri" diye çeviriyoruz Türkçeye. Bir ara Ayşın Candan, "gösterim" sözcüğünü önermişti, gösteri anına vurgu yapmak için sanırım ama yerleşmedi bu çeviri.

 

Performans sanatı, 60’lı yıllarda, Amerika’da tanımlanan bir sanat akımı fakat kökeni daha eskiye dayanıyor aslında. 1900’lerin başındaki Avangart akımlara, Fütüristlere, Dadaizme, Bauhaus Okulu’na... İlk belirgin özelliği, farklı sanat disiplinlerini bir araya getirmesi: Şiir, görsel sanatlar, müzik, dans, hareket... Ve yerleşik kurallara, yerleşik sanat anlayışına karşı çıkması… Çizilmiş sınırları sorgulaması, zorlaması, esnetmesi ve eritmesi… Performans sanatı, disiplinler arasındaki sınırları kaldırdığı gibi, mekânlar arasındaki sınırları da kaldırıyor. Evlerin salonlarını, galerileri ya da sokağı bir gösteri alanına dönüştürüyor. Sanatçı ile seyirci arasındaki sınırı belirsiz hale getiriyor ve sorguluyor.

 


Spiegelneuronen, Fotoğraf: Behnd Uhlig


Sanırım bu gün performans sanatını tanımlamakta bu kadar zorlanmamızın nedeni, sürekli olarak yeni ilişkilenme biçimleri yaratması, yeni keşifler yapması ve kendini sürekli güncelleyerek alanını genişletiyor olması. Teknolojik ilerlemeler, her yeni buluş ya da fizik ve sosyal bilimlerdeki gelişmeler, "güncel sanat" gibi "güncel performans sanatı" tarafından da takip ediliyor ve özümseniyor. Avrupa’da epeydir Katılımcı Sanat’tan, Kamusal Sanat’tan söz ediliyor ve bu yeni estetik yaklaşımların performans sanatında da karşılığı var. Sanatçı olmayan insanlar gösterilere dahil oluyor ya da mesela hastanelerde, özel olarak oralar için üretilmiş performanslar sergileniyor. Yani ne sanatçı var artık ne de sanat mekânı. Lecture Performance’lar [2] yapılıyor örneğin. Her hangi bir konuyu sunuma dönüştürüp anlatabiliyorsunuz. Mesela, aşılama yoluyla bir sürü farklı çiçeğin tek bir ağaçta büyümesini sağlayan Japon sanatçıyı görsel sanatlar içinde mi kabul etmeliyiz, yoksa performans sanatçısı mı sayacağız? Yoksa sadece botanikçi mi? Performans sanatının tek vazgeçilmez özelliğinin "canlı" olması olduğuna vurgu yapılır genellikle ama bu gün, tek bir canlı seyircisi olmasa da kurguladığı süreci internet üzerinden paylaşan sanatçılara ne diyeceğiz? Videoperformans, fotoperformans gibi kavramlardan söz ediliyor artık. Gidip dağ başında bir video ya da fotoğraf çekiyor, internet üzerinden paylaşıyorsun… Canlı seyircin yok ama binlerce insan izliyor ya da görüyor… Performansın sınır ihlali aralıksız devam ediyor yani.


Bir yandan da unutmamak lazım ki bu yenilikler zamanla kabul görüp, ana akım tiyatronun estetik biçimine sızıyorlar ve çağdaş reji yaklaşımları haline geliyorlar. Kurumsal tiyatrolardaki postdaramatik sahnelemeler, performans sanatının bir zamanlar deneysel olan birçok özelliğini içeriyor artık. Robert Wilson rejileri mesela, artık tamamen klasikler ve neredeyse köhne bile sayılabilirler.

 

1960’larda ortaya çıkan ve adına "Performans Sanatı" denen akımı bir yana bırakırsak, bu gün "performansı", en geniş anlamıyla "yeni ve deneysel" olan olarak tanımlayabiliriz gibi geliyor bana. Her an ilişkilenme ve keşfetme halinde olan, her zaman her şeyle ilişki halinde olan ve bu nedenle hep canlı kalan. Yani artık bir sınırdan söz etmek mümkün değil. Her şey performans olabilir. Yeter ki eskimiş, sınırlanmış, tanımlanmış, kalıplaşmış, kurumsallaşmış olmasın. Yeni bir bakış açısı, yeni bir yaklaşım içersin, yeni bir şey arasın, yeni bir önerme getirsin… Böylece yaşayan bir şey olarak kalabilir performans. Tek vazgeçilemez özelliği de bu olmalı zaten: Yaşayan bir şey olmak.

 


Spiegelneuronen, Fotoğraf: Behnd Uhlig


Diğer yandan, Avrupa ve Amerika’da, performans kuramcıları tarafından üzerinde durulan bir şey mi bilmiyorum fakat bence artık her sanat disiplininin kendi performans sanatı var. Kavram karmaşası yaratan etmenlerden biri de bu belki. Örneğin çağdaş dans eğitimi almış bir dansçı ya da koreograf, dansçıların dans etmek yerine durduğu ve konuştuğu bir gösteri sahneliyorsa, ona dans değil, performans diyoruz. Bu belki sadece Türkiye’de böyle oluyordur... Ya da benim gibi tiyatro kökenliyseniz diyelim, dramatik olmayan bir metin kullanıyor ve harekete dayalı bir reji yapıyorsanız, performans diyoruz. Araştırmaya dayalı, belgesel bir yaklaşımı olan, müzik ve dans içeren bir sahneleme yapıyorsanız yine performans diyorsunuz.

 

Aslında "performans" sözcüğü, 90’lı yıllarda bizim kurtarıcımız oldu.  O kadar büyük bir referans açığı vardı ki üretilen işlerin bilindik tiyatro ya da dans estetiği üzerinden değerlendirilmesini engellemek için, yeni bir tanım bulmak gerekliydi. ‘’Bu tiyatro değil, performans…’’ ‘’Bu dans değil, performans’’, demek ve kendimizi ayırmak zorundaydık. Aksi takdirde "bu ne biçim tiyatro/dans?" benzeri sorulara cevap üretmek gerekiyordu. BilsakTiyatro Atölyesi, Cihangir’deki bir apartman dairesinin salonunda, 10 - 15 kişiden oluşan seyirciyi duvar diplerine dizip, kalan mekânının tamamını oyun alanı olarak kullanıyordu. Abajur ve benzeri çok basit aydınlatmalarla "İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar"ı oynadığında, İstanbul Devlet Tiyatrosu sanatçısı Murat Karasu, "Odalarda Işıksızım" tiyatrosu adını takmıştı bu estetik yaklaşıma…

 

2000’lerde bu alanda üreten sanatçılar olarak bu sözcüğü sorgulamaya başladık biz de… 2005 yılında kurulan Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi’nin iki yıla yayılan oluşum sürecinde, kendimizi ve yaptığımız işleri nasıl tanımlayacağımız üzerine uzun uzun tartışıp, performans sözcüğü yerine "çağdaş gösteri"yi kullanmaya karar vermiştik. Performans sözcüğünün bizi sınırladığını hissediyorduk o zaman…

 


Spiegelneuronen, Fotoğraf: Behnd Uhlig


Öte yandan Marina Abramovic gibi performans sanatçıları var bir de… Kendi bedenini sanat objesine dönüştüren, dinsel ya da cinsel tabuları sorgulayan radikal sanatçılar… Ya da ciddi toplumsal sorunlara dikkat çekmek üzere yapılan performanslar… Türkiye’de toplumsal hassasiyetler, sansür ve baskı nedeniyle, bu tür çalışmalara çok az rastlanıyor ve bu tür çalışmalar, mümkün olduğunca kapalı gruplar içinde, fazla dikkat çekmeden yapılmaya çalışılıyor.

Sonuç olarak diyebilirim ki Türkiye’de, 90’lar ve 2000’ler boyunca, performans sanatının kalıpları zorlayan ve esneten estetik yaklaşımlarını özümseyerek, çağdaş dans ve çağdaş tiyatro alanlarında, birçok gösteri üretildi. Fakat bu çığır açıcı estetik yaklaşımların neredeyse tamamı Avrupa ve Amerika’da yapılmış keşiflerdi.  

 

Sorulması gereken asıl soru şu: Biz Türkiye’de performans sanatı aracılığıyla, hangi estetik sınırları zorluyor ve esnetiyor, hangi yerleşik kuralları sorguluyor, hangi ciddi toplumsal sorunları tartışıyor, hangi tabuları yıkıyoruz? Yeni bir bakış açısı, yeni bir yaklaşım öneriyor muyuz? Yeni bir keşif yapamasak bile en azından yeni bir önerme peşinde miyiz? Kendimize, kendi kültürümüze, ne olduğumuza ya da ne olmadığımıza bakıyor ve onu yeni bir estetik dille yorumlamaya çalışıyor muyuz?

 

Bunların hiçbirini içermiyor olsa da gösterilerimize "performans" diyebilir miyiz?

 

Ya da soruyu biraz daha ilerletirsem, performanslarımıza sanat diyebilir miyiz?




[2] Tr. Sunum Performans




38 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page