Dansçıların mesleki konumlandırması üzerine
Toplumsal sınıfların iş alanı tanımlarını simgelemek, akademik ya da güncel ifadelerde bir gruba işaret etmek amacıyla kullanılan “yaka” tabirinin yaklaşık yüz yıllık bir geçmişi bulunur. Sanayi devrimiyle doğan yeni toplumsal sınıflar arasında ekonomik adaletsizlikler oluşmuştur. Ortaya çıkan üretimden alınacak paya ilişkin dağılımın dengesizliği, hem düşünsel alanda hem de okul, meydan ve fabrikalarda birçok tarihsel olaylar zincirinin gerçekleşmesine neden olmuştur. Türkiye’nin de yoğun olarak içinde yer aldığı bu tarihsel dönemde birçok genç, yaşlı, öğrenci ve işçinin adaletli bir sistem oluşturulmasına yönelik talep ve eylemleri oldukça ses getirmiştir fakat ne yazık ki bu ses ağır yöntemlerle cezalandırılmıştır.
Sınıfsal anlamda “yaka” ifadesini ilk kullananlardan biri, zengin bir aileden gelen fakat sosyalist görüşlere sahip, 1900’lerin Pulitzer ödüllü Amerikalı yazarı Upton Sinclair’dir. Sosyalist bir koloni kurma girişimlerinde de bulunmuş olan Sinclair, görüşlerini siyasi olarak da hayata geçirmek ister fakat üzerinde ne kadar çalışsa da Temsilciler Meclisi’ne giremez. Seçmenle olan iletişim sürecini şu şekilde özetler:
“Amerika halkı sosyalizmi seçecektir ama bu isimle değil. Bunu “Yoksulluğa Son!” kampanyasında kanıtladım. Sosyalist listeden aday olduğumda 60 bin oy alırken, “Kaliforniya’da Yoksulluğa Son!” diyerek 879 bin oy aldım. Sanırım düşmanlarımızın hakkımızda öne sürdükleri büyük yalanlar başarılı oldu. Bu yalana cepheden saldırmaktansa etrafından dolaşmak tercih edilmelidir.”
Önerisi, Lenin tarafından “burjuva pasifizmi” olarak damgalanan Sinclair, işçi haklarını konu alan edebi eserlerinin yanı sıra film senaryoları üzerine de çalışır, birlikte ürettiği kişilerden biri de Charlie Chaplin’dir. El emeğine dayalı, fabrika, atölye ya da inşaat işçiliğine yönelik olarak kullanılan “mavi yaka” tanımına, Sinclair tarafından ofis ve idare çalışanlarını temsil eden “beyaz yaka” da eklenir. Yaka sistemi, grupların sosyo ekonomik özelliklerinin yanında, onların hak ve hak arayışlarına dair de fikir veren, yeni bir çerçeve çizmiş olur.
Sosyalist gençlerin ve işçilerin cezalandırılması, sosyalist devletlerin güçlerini kendi halkları üzerinde denemeye kalkışmaları ve yıkılmalarının da etkisiyle kapitalizm yaygın sistem haline gelir. “Mavi ve beyaz yaka” tanımlarının içine girmeyen, yeni yeni oluşan birçok meslek grubu da çeşitli ekonomi forumları ve platformları tarafından dahil edilir ve skala genişletilir. İçinde pembe, turuncu, altın rengi, çelik rengi, kahverengi, gri, yeşil, kırmızı, siyah gibi birçok yaratıcı renk- meslek eşleştirmesini bulunduran geniş bir yaka skalası mevcut artık. Yalnız, tüm bu toplumsal sınıfların arasında diğerlerine hiç benzemeyen bir yaka isimlendirmesi dikkat çekiyor. İyi kötü belirli sosyal güvence ve hakları da temsil eden bu sınıf kataloğu, görünen o ki sanatçıları tüm güvencelerden azad etmiş, özgürlük rüzgarının yakalarını uçurduğu bu kesimi gıptayla alkışlamış ve onları şöyle not etmiş: Yakasızlar.
Yakasızların (No Collar Workers) hangi grupları kapsadığı şu şekilde açıklanmış; “Sanatçılar ve finansal kazançtan çok, tutkuyu, kişisel büyümeyi öncelik haline getirmiş özgür ruhlar bu kategoriye girmektedir. Belirli bir ücret almayan gönüllü çalışanlar, eğitimli ama işsiz olanlar da yine bu segmentte yer alır.” Nereden tutulsa elde kalacak bir kategorilendirme olmasının yanında; sanatçılara, sanatçıların eğitim süreçlerine, çalışma disiplinlerine yönelik çarpık algı hakkında hayatın ne yazık ki gerçekçi bir izdüşümü… Oysa bir sanatçının alanında uzmanlaşmaya yönelik yaptığı maddi manevi yatırımın bir mühendisten, hukukçudan veya yazılımcıdan hiçbir farkı yoktur. Hatta sanat eğitiminin çok küçük yaşlarda başladığı düşünülürse tüm mesleklerden daha fazla emek ve fedakarlık gerektirdiği ortadadır. Apolloncu analizin yanı sıra yaratım sürecinin bir parçası olan Dionysosçu esrimeyi de içerdiği için çok ciddi bir mental organizasyon da gerektirmektedir. Bu anlamda önce sistemin en gelenekselci ve mükemmeliyetçi değirmenlerinden hakkıyla geçer, daha sonra bunu da aşıp, öznel bir oluş arayışıyla görevli olur. Bu gerçeğe bakıldığında, sistemin en merkezindeki değirmenden, pedagojik anlamda son derece hoyrat şekilde geçirilmiş nice sanat öğrencisinin tüm eğitimi, deneyimi ve birikimiyle kendine bir çalışma hayatı kurma zamanı geldiğinde, alanında eğitim almış bir erişkin olarak görülmek yerine, başka şeyler üzerine çalışmaktan kaçmış bir başına buyruk olarak değerlendirilip sistemin bazı güvencelerinin dışına itilmesinin meşru kılınması korkunç bir haksızlıktır.
Ortaya çıkardığı ürünün elle tutulur olmaması, kalıcılık mefhumunun verdiği güvene sırtını rahat rastlayamaması ve fiziksel sorumluluğu nedeniyle dans, diğer sanat türlerinden bu konuda daha dezavantajlı konumda. Ekonomik değer, işe yararlılık mefhumu ile ölçüldüğü için sık sık ortaya çıkan şu soruyu eleyerek devam edelim: “ Dans ne işe yarıyor? Hayat mı kurtarıyor sanki?!” Bu kuyuya giren her tartışma tarihsel, anatomik, psikolojik, felsefi, kültürel duraklara uğrar ve tek cümlelik cevabın kendi altını daha net çizmesiyle kuyudan tekrar çıkar: “Evet, dans hayat kurtarır.” İlkel toplumlardan beri insanın kesintisiz olarak yaşattığı nadir olgulardan biridir de üstelik. Bu, karşılıklı bir hayatta tutuş... Bu yüzden uygulanması, incelenmesi, çeşitlendirilmesi, araştırılması, dolayısıyla kapsadığı çalışma alanı son derece meşru, dikkate, saygıya değer bir alandır. Kıyıda köşede bırakılmış nice değerli alan gibi…
Dans eğitimi almış bireyler çalışma hayatına atıldıklarında çoğunlukla şu seçenekler arasında “seçim”ler yaparak kendilerine bir “çalışma menü”sü oluşturuyorlar; eğlence sektörü (klip, konser, film, tv programı vs.) dansçılığı, eğitmenlik, akademisyenlik, AB projeleri çatısı altında üretim, kamu ya da özel topluluk dansçılığı, bağımsız yaratıcı üretimler ve performanslar… Hemen hemen her sektörde var olan “işçi aleyhine karar ve davranışlar” zinciri sanat eğitimi almış bireylere de itinayla uygulanıyor, tek bir farkla; “Onlar nasıl olsa bu tip bir çalışma şeklini bile isteye tercih eden özgür ruhlar değil mi?!” Hiçbir sektörde haksızlıklar böyle bir algıyla meşrulaştırılmıyor. Dans eğitimi sırasında son derece sıkı bir şekilde orada olan “yaka” ne ara, kim tarafından çıkarılıyor? Bu yakasızlık kimin işine geliyor? Eğlence sektörü patronları, sanata, öğrencilerine ya da öğretmenlerine saygısı olmayan fakat onların üzerinden para kazanan kurs sahipleri, sanat üzerinden para ve itibar aklayan holdingler ve tabi kendi üniversite ve konservatuarlarından mezun bireyleri istihdam edebilmekten aciz devlet…
Özel ve kamu kurumları tarafından son derece yetersiz kalan dansçı istihdamı bir aidiyet sorunu da yaratıyor. Sanatçının istikrarsız ve verimsiz bir çalışma hayatına hapsolması zaten hazırda bekleyen köksüzlük duygusunu iyice besliyor, “ebedi çocuk” mitinin hakkını verir şekilde bir kısır döngüye giriliyor. “Gönüllü çalışanlar”la aynı kategoriye konulan dansçılara, AB kültür sanat bileşenleri tarafından bir de “kurtarıcı” rolü yüklenmesi de tesadüf değil demek ki. (Bu kurtarıcı pelerini dışarıdan giydirilmeye çalışıldığı için Sinclair, Chaplin ya da Brecht dönemi koşullarından her anlamda bir hayli uzak.) Türkiye’de dansçılara yönelik yapılan fon çağrılarının çoğu; “iklim krizi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, azınlıklar” gibi kompozisyon ödevi başlıklarıyla yapılıyor. (Sanatçıların tarih boyunca bu tür meselelerin üzerinden atlamayıp sorunları ilk işaret edenlerden oldukları gerçeğini bile bir yana koyuyorum.) BM’nin 17 maddelik Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ndan alınan bu başlıklar arasında, listenin birinci amacı olan “Yoksulluğa Son” maddesi nedense sürekli gözden kaçıyor. Çalışma ve sorumluluk alanı sanatçılar olan bu departmanları direkt olarak ilgilendiren madde buyken... Diğer sektörlerde olduğu gibi üretim sürecinde kaynak tüketimine, istihdamda toplumsal cinsiyet eşitliğine ve çeşitliliğine yönelik uygulamalar yaparken içerikte özgür bir üretimi desteklemek mümkün halbuki. Çevre felaketlerine yol açan dev şirketlerden bile bu kadarı bekleniyor. Ama hayır, dansçılar tüm dezavantajlı gruplar hakkında, aynı anda hepsine yönelik üretim yapmalıdır. Görünmezlik pelerini takmış bir kurtarıcı…
Bir sanatçının zihinsel, bedensel varoluşundan ve üretim süreçlerinden bihaber olunduğunda, tüm birikimi küçümsenen ve STK görevi yüklenmeye başlanan bir bakış ortaya çıkıyor. Üstelik sözde dert edinilen konuya dair son derece yüzeysel kalan, hiçbir verimi olmayan, hatta zararlı olabilecek bir üretim çılgınlığı alanı yaratılmış oluyor. Bu, tam da kaynakların doğru kullanılmaması meselesi… Başka tür bir eğitime, yaklaşıma, deneyime ve sorumluluğa sahip bir gruba, başka bir grubun yapabilecekleri yüklenirse sürdürülebilir bir insan kaynağı kullanımı yaratılmamış oluyor. İnsanın bir değer üretim mekanizması olarak çarpık şekilde algılanması, alanına dair deneyiminin çöpe gitmesi demek, bu da “sürdürülemez” bir durum. Çöpe giden sadece plastikler değil, insanlar da çöpe gidiyor.
Hiç kuşkusuz, özellikle Türkiye’de liyakat sahibi hiç kimse emeğinin karşılığını alamıyor. Her kesimin yaşadığı haksızlıklar, hem benzerlikler hem de farklar barındırıyor. Kurumlar ve devletler için tarih boyunca kurtarıcı bir prestij unsuru olmuş; insanlığın varoluşsal köklerinden biri olan sanatın uygulayıcısı sanatçıların köksüz, güvencesiz, sigortasız, istikrarsız çalışma hayatları ise onları hayaletlere dönüştürüyor. Sanat var, sanatçı yok; pelerin var, yaka yok. Olmayan yakanın boşluğunu da ekonomik ve psikolojik yamalar dolduruyor. Dansçıların mesleki iade-i itibarı şart gözüküyor.
Comments