Hareketin ruhu var mıdır? Hiç ölmeyen, kendi akışını hiç bozmayan ve uzamın sınırlarını aşan bir hareketten söz ediyorum. Başka bir dünyanın anlamına dahil olmaktan imtina edip kendi anlamını yaratan bir hareket, özünde bağımsız olmanın hayalini kurdurmaz mı? Hareketin özgürlüğü çevresinin sınırlarıyla görünür kılınır belki. Ama sınırlar özgürlüğü düşündürür, hissettirir; özgürlüğün hayalini kurdurur. Evrende bir uyum var mıdır? Bunun kesin bir cevabını ben bulamıyorum. Ama insanın o uyumu sağlamaktan başka bir çaresi yok. Diğeri olmadan var olamayan insan, o diğerine uyum sağlamak ya da kendisine tabi olmasını sağlamanın yollarını arıyor. Mekana, sese, insana; ona benzemeden, dönüşmeden ona uyum sağlama arzusu içinde yaşıyor. Belirlenmek istiyor insan ve tek başınalığın, benzemezliğin korku dolu karanlığı içinden başını çıkarıp ben buradayım demek istiyor. Tek bir beden, bedenler haline gelmek istiyor. Sesi, gördüğü şeyi kendine dahil etmek, bir olmak istiyor, çünkü kendi başınalığın onu hareketsiz bırakacağından korkuyor ki başka türlüsü mümkün mü? Ama kişi, bedeninde gördüğü, duyduğu, dokunduğu her şeyi barındırıyorsa, bir an için bütün bunlara sahip olduğu bir bedeni taşıyorsa, aslında her şeyin kendisinde tohumlanmış olduğunu, tanık olduğu her şeyi anlamlandırmasının tek sebebinin zaten onda var olan bir potansiyel olduğunu hissediyorsa, tam da o an her şeyle ilişki kurup ona ait olabiliyor ya da onu kendine dahil edebiliyor. Sasha Waltz belki de bunu biliyordu. İnsana dair olan her şey aslında yaşamda var olan her şeye dokundurulabilirdi. İnsan her şeyin ölçüsü olmak zorunda değildi ve ölçünün referansı tam da insan-dışı bir yerden alınıp ona dönüşmekle yeniden kurulabilirdi. İzlediğim performansta hissettiğim şeylerden biri buydu. İnsan var olabilmek için dönüşmek zorunda ve bunu ne bencillikle ne de kibirle gerçekleştirmeli. Çürümüşlükten uzak bir anlamla bozmalı insan kendini. Belki de bozma arzusu çürümüşlüğün kokusuyla tetiklenir ve kokuya alışmış bir insanın tasasız evreninde her şey zaten yolundadır. Ama onu yakından duymak, aynaya biraz daha yakından bakmak şöyle bir eğilip, daha derinden almak nefesi, bir an için orada olmayan şeyler için de düşünmek, durmak… Belki de hareketi başlatan şey bu durmak eylemidir.
Sasha Waltz, 8 Mart 1963'te Karlsruhe'de doğdu. Beş yaşında ilk dans derslerini aldı. Amsterdam ve New York'ta okudu, 1992'de Berlin'e taşındı ve bir yıl sonra Jochen Sandig ile birlikte "Sasha Waltz & Guest" dans şirketini kurdu. 1996'da ikisi de Sophiensäle'yi açtı. 1999'dan 2005'e kadar Thomas Ostermeier ve Jens Hillje ile birlikte Schaubühne am Lehniner Platz'ın sanatsal yönetimini devraldılar. Sasha Waltz, 2005'ten beri dans topluluğuyla yeniden serbest meslek sahibi oldu. Sasha Waltz ve kocası Jochen Sandig'in iki çocukları var, László ve Sophia. Mimar bir baba ve küratör bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmesi yaşamında etkili bir nokta olmuştur. Sanatın ve mimarinin içinde doğup büyüyen sanatçının hayatının geri kalanında bu alanlarla kurduğu ilişkilerle performanslar üretmesi, çocukluğundan itibaren bakışına dahil olan her şeyden ne derece etkilendiğini gösterir. Ürettiği diğer işlerini izleme olanağı bulamasam da gördüğüm şey, beden ve o bedenin mekanla olan ilişkisine dair bir sorgulama yarattığını hissetmem oldu. Mekanı tek başına dönüştürmekle birlikte, insan bedeninin mekanla kurduğu ortaklıkla başka bir şeye dönüşmesi, bir olma hali, bu bir olmayla başka bir düşün dünyası kurması, benim etkilendiğim noktalardan biri oldu. Bedenin sınırlarını baştan yaratan performanslarda, bu olanakların nereye doğru yol alacağını, belki de bedenin sınırsızlığını düşündüren eylemleri, alışılmışın dışına itilme hissi izleyeni heyecanlandırıyor. İtilmek kelimesini özellikle kullanıyorum, çünkü insanın konfor alanının büyülü ve güvenli sınırları daima bir sabit mutluluk ve memnuniyet hissini barındırır. Bu aynılık halinin tatmini yalnızca o duvarın öte tarafına atılmak, itilmekle sona erer ve kimine göre uzun bir kabul süresinden sonra başka türlü bir tatminin yolu açılır. Ya da sonsuz bir farkındalık ve umutsuzluk durumunun kalıcı melankolisinde kendini bir köşede tutup her şeyin sona ermesini bekler insan. Ama kendinde var olan herhangi bir şeyin insana hatırlatılmasından başka nedir ki bu? Başka türlü yürümek, koşmak, gülümsemek ya da ağlamak, başka türlü bakmak ama aynı gözlerle, bildiğini başkasının bildiğiyle tekrar öğrenmek; ölümü bilmek ama ölmeyi bilmemekten ne farkı var bütün bunların?
Bir gün Hamburg’a gidip Elbphilharmonie binasını geziyor olsaydım, belki de ilginç bir mimariye sahip olan harika bir binadan başka bir şey düşünmeyecek olabilirdim. Orada hayal ettiğim şeyler zihnime renk katardı belki ya da orada, sahnede olmayı hayal ederdim kendimi ve imgesel dünyamda bir tatmin yaşardım. Ama Figure Humaine adlı bu performansı izlediğimde çok kişisel olan bazı duygular yaşadım. Kişisellikten uzak bir değerlendirme kaleme almak istedim fakat bu pek mümkün görünmedi benim için. Mekan dediğimiz somut figür, senin gördüğün müdür yoksa sana gösterilen mi? Mimari bir estetik midir yalnızca mekan? Bu yeterli midir ya da? Mekan bize ne yapar, ne düşündürür, ne hissettirir? Tek başına var olması ne ifade eder ve mekanda var olmak seni nasıl dönüştürür? Çok fazla soru var kafamda bu anlamda ama izlediğim bu performansın etkisiyle ortaya çıkan sorulardan bazılarıydı bunlar. Sasha Waltz’ın mekanla insan bedenini kavuşturması, mekana ve insan bedenine dahil ettiği müziği, sesi, boşluğu, eyleyen ve izleyenin tek mekanda farklı yönelimlerle kendilerini var etmeleri performansın tamamında kesilmeden devam eder. Hiçbir şey durmaz ve sabit değildir. Hareketsiz bir binanın insanın sesi ve bedeniyle nasıl da sürekli bir devinim halinde salınması mümkün olur buna şahit oluruz. Tam da o an insan mı mekana uyar yoksa mekan mı insana teslim olur sorusunu duymaya başlarız. Hareketin hiç durmadan, daima akışkan hali, kesintisiz bir dalga halini alıyor olması, bedenin bir su gibi oradan oraya çarpıyor gibi görünmesi, tek bir bedenin işlevsizliği ile birlikte başka bedenlere eklemlenme halinin bedeni daha güçlü kılması ve dolayısıyla uyumun mükemmelliği; uyumun daima mükemmelliği yaratmasının sorunsallaşması performansın bendeki yansımalarından bazıları oldu. Başka bir soru; mekanın sınırı var mıdır? Hatta herhangi bir şeyin sınırı var mıdır? Sınırların kabulü o sınırları deneyimlemenin ve aşmanın yoludur. Elbphilharmonie binasının sınırları aslında görünür olan sınırlardan fazlası değildir. Bir merdiven sadece bir merdiven değildir ve objeyi tanımlayan şey yalnızca işlevi değildir. Bu anlamda şeylerin başka türlüsünü düşünmek, görmek ve dokunmak insanda farklı deneyimler yaratır. Seksenden fazla dansçı ve müzisyenin dahil oldu bu performans, bir sanat merkezinin yalnızca bir gösteri merkezi olmadığını ifade etti. Mekanın sınırlarına dokundular bedenleri ve sesleriyle. Koreografinin bütününde tam anlamıyla mekanın ve sınırların içerisinde müthiş bir ses ve hareket birlikteliğiyle, çeşitli göstergelerin ifade ettiği anlamla ve dansçıların tüm bunlara olan uyumuyla süren performans, sona erdikten sonra bile oradaki izleyicilerde kalıcı bir iz bırakmaktadır. Mekanı farklı olgularla tekrar görmüş olmaları onların zihninde ve bakışında mutlak bir değişim yaratacaktır. Yalnızca bir video kaydıyla bile böyle bir etki sunan bu performansa canlı canlı şahit olmak neler yapardı kim bilir.
Hamburg bir liman kenti olduğu için binanın mimari tasarımında bunun düşünüldüğü görülmektedir. Bir gemiye benzeyen görünümü, üst kısmının dalgalara benzemesi, dış cephesinin okyanusu yansıtıyor olması ve pencerelerinin de ayrıntılı bir detay olarak çizilmiş olması bir mekan olarak içinde bulunduğu daha büyük bir mekanla olan ilişkisini göstermektedir. Keza binanın iç kısmında da gördüğümüz asimetrik tasarım, kaotik bir dünya imgesini uyandırmaktadır ve bunun okyanusla olan ilişkisine dair bir şeyler söylemektedir. Performansı izlerken ne kadar kaçınmış olsak da sembolik düşünme biçiminden uzak kalmak neredeyse imkansız gibi görünüyor. Suyun devinimi ve kesintisizliği dansçıların bedeninde tezahür ediyor ve bu bazen müthiş bir düzen bazen de büyük bir kaos oluşmasına sebep oluyor. Her şeyin büyük bir uyum içinde yaşadığını tahayyül ettiğimiz bir dünyada dansçıların hareketleri hem orkestranın hem de koronun sesiyle büyük bir birliktelik göstermektedir. Bazen sesin kendisi hareketi, bazen de hareketin kendisi sesi yönetiyor. Ya da yönetme arzusundan uzak bir teslim olma hali canlanıyor performansta. Seyirci koltuklarında oturan dansçılar hiçbir şekilde kesintiye uğramadan sürekli birbirlerinin hareketlerine eklemleniyorlar. Sanki aralarından biri sürekli değişerek bayrağı eline alıyor ve hareketi yönlendiriyor gibi görünüyor ve bu durum teslim olmanın, kendini ötekinin eylemine bırakmanın somut bir gösterisi oluyor. İzleyene oradaki her eylemin doğaçlama olduğunu düşündürmesi -ki belki de öyleydi- dansçıların birbirlerini yalnızca gözleriyle değil, bedenlerinin her yönüyle baktıklarını göstermektedir.
Performansın bütünü hakkında çok fazla varsayımda bulunulabiliyor. Bir insanın yaşam döngüsü, insanlığın yaşam evreleri gibi insana dair bir düşünce biçimiyle birçok varsayım kurulabilir. Ama sembolik bir düşünmenin izlediğimiz performansa olan bakışı daraltacağını düşünmekteyim. Bu yüzden kişisel olarak beni etkileyen anlar üzerinden düşüncelerimi yazmak sanırım daha doğru olacaktır.
Yaşamın ve doğanın bir ritmi vardır ve tüm canlılar bu ritme uyum sağlar ve ritim üretmek için eylemlerde bulunur. Ritmin yükselişi ve azalışı, bazen durağanlaşması ve belki de durması yaşamın belli evrelerinde hissedilen durumlardır. Performansı bu anlamda değerlendirmek mümkün geliyor bana. Dansçıların eylemlerinin hiçbir şekilde durmaması ama yavaşlaması ve sık sık şiddetin artması, kendi bedenlerini her daim bir uyarana maruz bırakmak, ona rağmen ya da onun sayesinde eylem halinde olmak, mücadele etmek ve hiç bırakmamak, tam da yaşamın katlanılabilir kılınması için gösterilen çabaya benzer benim için. Mekanın her yerinde konumlanmış bir göz çok dikkat çekicidir. Somut bir bakış olarak düşünebiliriz o gözü ve o gözün mekanın her yerinde, herşeye şahit olması ve sürekli onaylayan bir ifadeyle izlemesi olanı biteni; bakışta olmanın hazzı ve korkusunu duyumsatan bir etkendir belki de. Çünkü bakış bizi yönetir ve bundan kaçınmak, rotadan sapma endişesi içinde olan insan için öngörülemez sonuçlara yol açabilir.
Performansın başı ve ortası adeta mükemmelliği simgeler benim için. Her şeyin her şeyle uyumu öylesine kuvvetlidir ki bunun insanı büyülemesi kaçınılmazdır. Ama zamanla birbirine giren formlar, mükemmellik ideasının sona ermesi süreci git gide bir bozulma haline dönüşür. Mükemmele göre uyumlanmak, konumlanmak bir süre sonra bir arzu yitimi yaratır çünkü mükemmelden söz etmek mümkün değildir. Performansta benim hissettiğim o mükemmellik hali bir süre sonra bozulmaya başlar. Söz ettiğim bu bozulma hali olumsuz bir ifadeyle var olmuyor. Çünkü mükemmeli reddetmek, var olanın dışında olmak, öteki olmak kurulu bir dünyanın içinde, belki de özgürlüğün kendisiydi. Bozulma özgürlük müdür? Önce ses, sonra hareketlerde bir değişim oluşmaya başlıyor ve bu kaosun kendisi bir süre sonra bir düzen oluşturmaya başlıyor. Şahit olunan manzarada her şey tamamen gündelik yaşamdan uzak bir ilişkilenmeyle ve eylemlerle devam ediyor. Dansçıların ayrı ayrı birbirleriyle kurdukları ilişki insan olmanın getirdiği kurallar silsilesinin reddini çağrıştırıyor. Düzensizliği nedenlerinden biri de artık bir karşıtlığın olmaması gibi yorumlanabilir. Çünkü her eyleyen de aynı konumda ve bu durumun yarattığı aynılık hali müthiş bir kaosa yol açmaktadır. Neredeyse artık bir ötekiden bahsetmek mümkün olmuyor ve birbirine tamamen kimliksiz bir biçimde dahil olan, birbiriyle ilişki kuran kişiler oluşmaya başlıyor. Artık her şey düzensiz ve belirsizleşmeye başlıyor ve bir süre sonra uyumsuzluğun bir uyuma dönüştüğünü görmeye başlıyoruz. Bütün anlamlar, bütün amaçlar buharlaşmaya başlıyor ve her şeyin sonunda yaşanan o sessizlik ve dinginlik hali mekanın her yerini kaplıyor. Artık sadece sessizliğin iktidarı hüküm sürüyor o dünyada. Çünkü bir şeyler mutlaka bozulmalı ve bunun ilk elden yapılması kaçınılmaz olmalıdır. Dünya büyük ve gürültülü bir patlamanın sonucuydu ve insanlık o sessizliği bozmaya başladı. Kendini duyurma arzusuyla var eden insanın da yine kendi eliyle yaratması gereken bu sükuneti sonraki dünyalar için belki de elzemdi.
Figure Humaine adlı bu performans bir oluş ya da yok oluş hikayesi olarak düşünülebilir kimimiz için. Doğrunun ya da yanlışın belirleyici olmadığı bir dünya tasarımı içerisinde insanın kendini konumlandırdığı, bunun bedeninin hangi noktalarıyla ve nasıl ifade ettiği, dokunmanın biçimi önemli bir kritikti benim için. Biçimi yaratan algı sistemini alaşağı etmek, yeni biçimlerle yeni ifadeler yaratmak, başka türlüsünün de mümkün olduğunu düşünmek ve buna olanak sağlayacak tasarımlar yapmak ve buna şahit olmak son derece özel bir deneyim. Sasha Waltz’ın boş alanlara ve sınırlara duyduğu bu arzusu izleyen için de o sınır ve alanlara başka türlü bakılmasına yol açıyor. 21. yüzyıl, alanların daraldığı, boş alanların yok olduğu bir yüz yıl olabilir ama o dar sınırların içerisinden böyle bir bakışla bakmak, zihinden taşan olguları o alanlara sığdırmak mümkün olabiliyor. Yakın geleceğimizde, şu an var olan ve gittikçe büyüyen sınırların içerisinde, hayata farklı bir perspektiften bakma olanağı mümkün. Ve yeni bir malzemeyle değil, yine insan bedeninin kendisiyle, yine aynı seslerle.
Kaynakça
Tagesspiegel.de, Wer ist Sasha Waltz?, 2010
ความคิดเห็น