Koreograf, dansçı ve eğitmen Dilek Dervişoğlu Champs ile Söyleşi
Pınar Özer: Bulgaristan doğumlusunuz, 1989’daki büyük göç sürecinde ailenizle Türkiye’ye geldiniz. Nasıldı çocukluğunuzu öyle tarihsel bir süreçte geçirmek? Neler oluyordu?
Dilek Dervişoğlu Champs: 1982 doğumluyum, asimilasyonun başladığı dönemler. Bize Bulgar ismi veriliyordu. İki ismim vardı; Dilek ve Erma. Ama Türkçe adınızı unutuyordunuz çünkü yasaktı, o isimle hitap edildiğinde para ödemek zorundaydınız. Türkçe konuşmak da paralıydı. Para toplamaların yanında, hapse atılmalar, karakola çekilip dövülmeler varmış. Ailem bu durumları benden çok iyi saklamış; büyükbabamın ve babamın çok fazla zulme uğradığını sonradan öğrendim. Babam olimpiyat seviyesinde bir sporcuymuş ama Türk olduğu için alınmamış. Sınıf arkadaşlarımın beni kovaladığını hatırlıyorum. Ben de jimnastik yapıyordum o zamanlar. Tüm bu sürecin içinde akışımı sağlayan şey o olmuş. Komünizm dönemi, yılbaşında hediyeleşme yoktu, ya bir muz yiyebiliyordun ya da bir portakal... Bir bebeğin varsa tamamdır. Ama yokluk hissini hiç yaşamadım. Asla unutamadığım bir his kaldı ama…Türkiye’ye göç ederken, dört saatlik yolu arabayla üç günde geçtik, 7 yaşındaydım, yol boyunca kucakta gittim. Günler boyu, oturacak kendime ait bir yerimin, alanımın olmamasının verdiği o hissi hiç unutmadım. Yakın zamanda Suriyeli, Ukraynalı, Kürt göçmenlerle ilgili kaba konuşmalar olabiliyor. Oysa o sürecin derinliği katman katman… Ekonomik zorlukların yanında en çok insani, duygusal zorluklar akılda, ruhta iz bırakıyor. Benim de öyle bir süreç yaşadıktan sonra sanatla bağım politik bir duruş oluyor sanırım. Tabi milliyetçi bir süreçti aynı zamanda. Naim filmi o dönemin tipik bir dokümantasyonu, yaşadıklarımızı filmde birebir gördüm. Türkiye’ye dair aidiyet…Tabi Türkiye’ye geldiğimizde de kendimizi açıklamak zordu. Okul arkadaşlarıma Türk olduğumu açıklamaya çalışıyordum. Neyse ki jimnastik, şiir, tiyatroyla uğraşmam akışımı canlı tutuyordu, rahatlıyordum.
Bir çocuk düzensiz bir dönemde, belki düzensiz bir evde, kaotik sınırlarda yaşadığında, sanat ve spor onu koruyup kollayan, ihtiyaç duyduğu istikrarı sunan bir unsur oluyor.
Evet, tabi. Ve hep doğruyu arama motivasyonu vardı bende. Öğretmen bile yanlış davrandığında düzeltmeye çalışırdım. Öğretmenimiz kişisel önlüğünü sırayla öğrencilerine yıkatırdı, cetvelle vururdu. Annem de öğretmen ama böyle şeylere asla şahit olmadık. O yüzden ben de karşı çıkıyordum. Lisede, 14 yaşında tiyatroya başladım ama tiyatroda çok dans ediyordum, bütün grubu çalıştırmaya başlamıştım. Daha sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Modern Dans bölümünün sınavlarına hiç hazırlanmadan girdim. Bölüm kurucuları ve eğitmenler Şebnem Aksan ve Aydın Teker bedeni ve karakteri çok insani bir yerden değerlendiren insanlar, sınavı kazandım. Teknik derslerimiz yoğunluktaydı. Günümüzde çağdaş dans adı altında modern dans tekniği dersleri verilen durumlar görüyorum. Oysa çağdaş dans içinde birçok tekniği, yaklaşımı barındırır. Çağdaş dans, ruhun bazı teknikler, araçlar üzerinden akmasına izin vermektir. Ne dans ediyorsan odur. Çağdaş dans tekniği diye bir şeyden söz edemeyiz. Doğasında doğaçlama da var, her şey var.
Sanatçının yararlanabileceği metotlar içeren bir havuz…
Tabi. CNDC’de (Centre National de Dance Contemporaine, Angers) çağdaş dans tekniği gibi bir ders görmedik örneğin. Cunningham tekniği gibi birçok teknik dersimiz vardı ama çağdaş dans hepsini kapsayan bir çatı kavramdı. Tekniklerle tanışıyorduk, ne kadar yetenekli olup olmadığın, tekniğin içine ne kadar girip girmediğin değil, tanışmaktı mesele. Dünyanın en köklü okullarından biri, okula üç gün süren sınav sonunda kabul ediliyorduk ama girdikten sonra not sistemi yoktu. Yıl sonunda koreograflar, hocalar genel bir değerlendirme yapıyordu. Önemli olan araştırma yapmaktı. Sadece stüdyoda değil, kütüphanede, sokakta… Algısal olması önemli. Bir sanatçıyla şiir yazıyorduk mesela, baktığımızda bir hikayesi yoktu, şiirin adını ne koysan olacak ama işte oradaki yaşamsallık eseri oluşturuyor. Okul tabanı dediğimiz şeyin aslında müzelere, atölyelere, sokağa, tüm ülkeye yayılması üzerinde eski mezunlarımızla sohbetler yapıyoruz. Herkesin birbirinden haberdar olması çok önemli.
Farklı alanlarla ilgilenmek hepsindeki ortak noktayı, dolayısıyla insanın özüne yaklaşmayı sağlıyor.
Mesela tiyatro çalışırken Meyerhold ve Grotowski çalışır ve çalıştırırdım. Boğaziçi Üniversitesi’nin tiyatro kulübüne çok giderdik, hepimiz bir şekilde birbirimizi bulurduk. Hep festivalle büyümüştüm. Festivallerde de birbirimize ders verirdik. Ben “bir tekniğin eğitimini al, sonra da yık” kısmına inanmıyorum. Her tekniğin bir bilgeliği var. Hepsine derin bir sorumlulukla, saygıyla yaklaşılmalı, ancak yorum katılabilir. Sahnede ağlamak, terlemek, öğrenip yanılmak kadar değerli bir şey yok. O yoğunluğu çok yaşadım. Dans, hayatı canlı kılmaya çalışmak, temel ekseni o. Yaşayanın canlılığını tüm boyutlarıyla diri tutabilmek. İskeleti, auralarla birleştirmek, bir delik varsa görmek... Şimdi de doğada olmayı deneyimliyorum, bilmediklerimi öğreniyorum, her şeyin bir zamanı var. Örneğin, Amazonlara gittiğimizde bir atölye vermek istedim. Polislerle sivillerin sürekli çatıştığı bir bölgeydi. “Cebinde silahıyla gelecek herkes, buna hazır mısın?” dediler. Kızım Angéline’in küçük olduğu, emzirdiğim bir dönemdi. Cesaret edemedim, atölyeyi veremedim. Ormanın içindeki dört duvarı tenekelerden yapılmış müzelerini gördüm. Muhteşem eserler vardı ama küflenmişlerdi. Yanında da bir kilise vardı. Hiçbir şey tek başına olmuyor. Ne doğasız, ne kilisesiz. Toplum neyse, durum o. Denge nereden sağlanan bir şey, bilmiyorum. Yapabileceğim şey ülkeyi, şehri, insanları dinlemek, karar vermek değil. Pedagoji de oradan başlıyor; dinlemekten.
Sıkı sıkıya tutulan kimlikler bir kendilik obsesyonu, tansiyon ve agresyon yaratabiliyor, dinlemeyi imkansız hale getirebiliyor. Fakat koreograf ya da mentor karşısındaki bireyi her türlü kimliği aşarak daha geniş bir noktadan kucakladığında sanatçı da bir kreatif zihin olarak sınırsızlığını keşfediyor. Kucaklama ne kadar büyükse, benlik alanı da o kadar genişliyor. Bilgi Üniversitesi Sahne Sanatları Alanı’ndaki derslerinizde bize tam da bunu hissettiriyordunuz.
Çok mutlu oldum bunu duyduğuma.
Gerek derslerimizde, gerek koreograflığını yaptığınız performans süreçlerimizde evde ne kadar kostüm aksesuar, obje varsa getirmemizi rica ediyordunuz. Hepsini üst üste giyiyorduk, çıkarıyorduk. Eşyalar çeşitlenip çoğaldıkça tutunduğumuz imajlarımız, kimlikler, korkular, kurallar azalıyordu, dağılıyordu. O eşyaların bize ne söylediğini dinliyorduk, onları üstümüze geçirdiğimizde neye dönüştüğümüzü dinliyorduk, hareket nasıl geliyorsa onu çıkarıyorduk. Sanatın varoluşuna ters olan ama sanat dünyasında hala çok baskın olan “meşru form eşittir mental sağlık” mefhumuyla da oynuyordu bu durum. Zihnimizde önceden oluşmuş rotalar değişiyor, varoluşu hapseden sınırlar nefes aldıracak ölçüde genişliyordu, hem kendimde hem de sanatçı arkadaşlarımda bu etkiyi gözlemleme fırsatım oldu. Bu öneriniz nasıl süreçlerden geçti?
Ruhumda varmış o. Tabi bir de konservatuarda dört yıl boyunca tek bir obje getirebiliyorduk. O kadar çok objesiz, metinsiz, dekorsuz yıllar geçirmişim ki. Mesela ID diye bir iş yapmıştık ama işin içinde benim ID’me, benim manifestoma dair hiçbir şey yoktu. Hayati görüşüme dair hiçbir şey sorulmamıştı bana. Bunun eksikliğini yaşamış olmak da benim bakış açım tabi ki ama, yargılamıyorum. CNDC’de Vera Mantero ile çalışmıştık. Avcumun ağzıma girebileceğini onunla keşfettim. Bunu hiç denememiştim hayatımda. Kostümler de o varoluşa gidiyor zaten. Onu sokayım içime, giyeyim, çıkarayım, yemeği alayım. Performanslarda yemekler kullandık. Atmadık hiçbir yemeği tabi. Birçok şeyin nasıl döndüğünü, dönüştüğünü araştırmak aslında yaptığımız. Görsel komikliği ya da işleyişi gibi meseleler, bunlar hep sonradan geldi. Biz canımız ne istiyorsa onu yapıyorduk. Bedene almak, bedenden çıkarmak, seslerin çıkması. Meditasyonda da bu var. Hiçbir şeyi tutmamak, şekil vermemek. 30 yıldır, ben zaten bunu yapıyormuşum ama meditasyonun ne olduğunu bilmiyormuşum. Çalışma da değil, varoluş, bildiğin varoluş... Vera Mantero’nun, Fransa’nın sosyal kodlarındaki farklılığın bana getirdiği özgürlük... Sıkışmış olan enerjinin rahat döngüye girmesi rahatlamak için var, terbiyesizleşmek için değil, nefesin içine girebilmek için. Dekorlar, kostümler, her şey kullanıldı. Bunu yine aykırı olmak için değil, olduğum gibi olabilmek için yapıyorum.. Herhangi bir şeye karşı değil. Ben neysem o. Doğam gereği öyle.
Marina Abramovic Enstitüsü’nün 2020 yılında İstanbul’da gerçekleştirdiği; rezidans, sergi ve performanslar serisi Akış/Flux’da yer alan sanatçılardan biriydiniz. Abramovic metodunun, Marina Abramovic eşliğinde deneyimlendiği rezidansın devamı olarak kendi performans yaratım sürecinizi gerçekleştirdiniz. Bu sürecin sonunda Sakıp Sabancı Müzesi’nde gerçekleştirdiğiniz Kırmızı Halı performansı çok etkileyici görünüyordu. Halının üzerinde yürümesi beklenen şık giyimli birini uzun saatler halının altında görüyorduk.
Çok teşekkür ederim. Üç proje önermiştim üçünü de kabul etmişlerdi, Kırmızı Halı’da karar kıldık. Marina Abramovic’le sohbetlerimiz oluyordu. Halının altında hiç görünmemeyi, altında kalarak yürüyenlerin adımlarını manipüle etmeyi önermişti. “Ben de dedim ki gözükeceğim, benim işim bu.” Onu da küratörlere kabul ettirdim. Enstitüde herkes fikrini beyan edebiliyor. “İstediğin kadar bütçe var” dediler. İnziva süreci de hayatımda yaşadığım en iyi açılımlardan biriydi. İki katlı bir çiftlik evindeydik. Beş gün yemedik, sohbet etmedik, yazı, kitap hiçbir şey yok. Abramovic metodu egzersizleri vardı. Üç saat boyunca pirinçlerle mercimekleri ayırıp not ettik. Çamurlu tarlalarda gözümüz kapalı gezdik. Elimizde ayna, sadece kendimize tutarak dolaştık. Horozların öttüğü zamanla güneş saatini anlıyorduk. Evin bütün kapılarını 2 saat boyunca açıp kapadık. İnanılmaz bir şeydi. Duygusu çok güçlüydü. Odanın içinde misin, dışında mı? Nasıl konumlanıyorsun? Kapılar vuruldukça hatıralarımız ortaya çıkıyordu. Yine saatlerce bir taşı alıp atma, gidip tekrar alıp tekrar atma… Çocukluğumda avluda tek başıma oynardım, babaanemle olan ilişkimi hatırlattı bana. Daha önceki inzivalarda gecenin bir yarısı uyandırılıp gördüğün rüyayı yazma çalışmaları yapılıyormuş. Bizim dönemimizde birçok şey değişmişti. Küratörleri çok saygılıydı.
İstanbul Modern Müzesi, Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul vapurları… Performans gerçekleştirdiğiniz mekanlar sosyal kodlarıyla dominant olan mekanlar. Performanslarınız bu kodlara dair illüzyonu yıkıyor. Aynı şekilde dans stüdyolarının izole kutsallığını da değişime uğratan bir varoluş öneriyorsunuz, bu da dansçının yaratıcı alanının genişlemesine olanak sağlıyor.
Evet. Örneğin Sakıp Sabancı Müzesi’nde performans yapma fikri birçok sanatçının sorguladığı ve istemediği bir şey olmuştu. Ben de ya boğaza, rıhtıma, insanların yanına gideceğim ya da insanları içeriye bağlayacağım diye düşündüm. Dışarıyı içeriye nasıl bağlarım? Bir kırmızı halı sorunsalı var. Bütün bu dünya döngüsünde politikaların, zengin ailelerin, enerjilerin dönüşümü nasıl oluyor diye düşündüm. Dolayısıyla kırmızı halıyı sorgulamak benim için vazife oldu. Onun içindeki kıvamı iyi tutturduğumu düşünüyorum. Marina’yla hiçbir şeyin provasını yapmıyorduk. Ne olacağını bilmiyorduk. Kırmızı Halı’nın provasını almadım. Performans başlıyor dedik, çocuklarım da oradaydı, kızım Angéline, “Annem nerede?” diye halıyı kaldırmaya başladı bir anda, oğlum Akansu yine oradaydı, beni arıyorlar. Benim halının altında kıvranmam lazım, performans başlayacak birazdan. O sırada Güler Sabancı içeri girdi ve performansa alan açmaya çalışarak “Çocuklar çekilin, çekilin lütfen” demeye başladı. Üstelik müzeye dönüştürülen köşk eskiden Güler Hanım’ın eviymiş. Ben halının altındayım, çocuklarım bana sesleniyor. Öyle bir an istesem yaşayamam. İşte sanatsal araştırmanın, hayatın kendisi bu. Bu tip çözülmeler o kadar iyi bir şey ki. Medyada da performans “Annem nerede?”, “Halının altında” başlığıyla haberleştirilmişti. 22 gün boyunca günde 8 saat halının altındaydım. Gelen yorumlar Marina Abramovic’in en iyi sergilerinden biri olduğu yönündeydi. Kırmızı Halı performansı da çok kuvvetli bulundu, yurtdışındaki sergiye davet edildim. Bir şey kuvvetli olsun diye yapmıyorum ama. Bazen elektrikler çakıyor ve her şey yerini buluyor. Ben bir işi 20 kere tekrarlayacağıma, doğru alanda, hissettiğim güdüde yaptığım zaman o iş oluşuyor. İşi Fransa’ya taşımayı düşünüyoruz, belki devamı niteliğinde olur.
Programınızdaki yeni performansları nerede izleyebiliriz?
Ünlü koreograf Jerome Bel’in sololarından birini gerçekleştireceğim, 5 Nisan’da, İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde, saat 19:00’da, herkesi bekliyorum.
Vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederim, son soru olarak; insanlıkta sabit kalan ihtiyaç, değişmeyen sabit nedir sizce?
Verimlilik, sevgi, yaşatmak, kendisi ve etrafı için üretebilmek... Her yeni güne başladığında... O zaman korkacak hiçbir şey kalmıyor diyorum. Umut veriyor.
Dilek Dervişoğlu Champs
1982 Bulgaristan doğumlu olan Dilek Champs, lisans eğitimini Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Modern Dans Bölümü’nde tamamlamıştır. Daha sonra Fransa’da yer alan, direktörlüğünü Emmanuelle Huynh’un üstlendiği CNDC (Center National of Dance Contemporary)’de dans, koreografi ve pedagoji eğitimlerini ilerleterek diploma almıştır. Fransız devletince tanınan çağdaş dans eğitmenliği belgesine sahiptir. 2008 yılında Steven Champs ile birlikte Atmasyon Dans Kumpanyası’nı kurmuştur. İşlerinden bazıları olan; 11 Mayıs, OK, 6’lı Oyun, Öp, Doğal, Je m’appelle Luc Look Luckely, Luckily on 5, Sterilised, Just Pray, Souffle, Intellectual Amusement, Kırmızı Halı Küba, Fransa, Ukrayna, Avusturya ve Türkiye gibi birçok ülkede sergilenmiştir. Başta Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi, Sahne Sanatları Alanı olmak üzere birçok kurumda öğretim görevlisi ve eğitmen olarak görev almıştır. Dünyanın her yerinde ders ve atölyeler vermeye devam etmektedir.
Kırmızı Halı, MAI Akış Sergisi, SSM, 2020
Fotoğraflar: Canberk Ulusan
コメント