top of page
Yazarın fotoğrafıŞule Ateş

Performansın Makus Talihi

Güncelleme tarihi: 26 Ara 2023

Bu yazı ilk kez, İstanbul Art News'in 2014 Şubat sayısında yayınlanmıştır.



2010’dan beri performans sahnesi’nde ciddi bir enerji kaybı yaşanıyor. Çok daha az eser üretiliyor. Birçok sanatçı alanı ya tamamen terk etti ya da farklı disiplinlere, tiyatroya, sinemaya yöneldi.  80’lerin ikinci yarısında dikkat çekmeye başlayan ve o zaman ‘Öteki Tiyatro’ olarak adlandırılan ‘saha’yı oluşturan kuşak artık 40’ını geçti. Şimdi 30’lu yaşlarında olan bir sonraki kuşakta ise tasarım yapan çok az sanatçı var.  Hala üretenlerin büyük çoğunluğu, iki yılda bir yapılan İstanbul Tiyatro Festivali’ni bekliyor artık. Ya da doğrudan Avrupa sahneleri/festivalleri için iş üretiyorlar.

 

2000’lerde yaşanan beklenmedik yükseliş, 2010’da, Truman Show’un final sahnesi gibi, bu sanal dünyanın tavanına çarparak dağıldı. Dağıldı çünkü, kendi ‘eti ve kanıyla’ yarattığı koşullar içinde ulaşabileceği azami doygunluk noktasına ulaşmıştı. Bağımsız sanatçıların kendi kanlarıyla besledikleri bu ‘saha’nın artık bir kan değişimine, gerçek zeminsel bir sıçramaya ihtiyacı vardı. Artık ‘bir şey’ olmalıydı.

 

Bağımsız sanatçılar 20 yıldır, ‘olmayan’ imkanların ve yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak,  en azından Türkiye sahne sanatları için, umutsuz bir ‘yeni estetik’ arayışını tam bir adanmışlıkla sürdürüyordu. Çağdaş Gösteri Sanatları olarak tanımladığımız ‘alan’, 80 darbesiyle baskılanan politik tiyatro hareketinin açtığı boşlukta, referans noktası olarak bedeni alan, Batı çıkışlı bir dans ve performans hareketi olarak şekillendi. 1985’de Zeynep Günsür, Boğaziçi Üniversitesi Modern Dans Kulübü’nü; 1987’de Beklan Algan İstanbul Şehir Tiyatroları bünyesinde TAL – Tiyatro Araştırmaları Laboratuarı’nı ve Handan Ergiydiren Ankara’da Çağdaş Dans Topluluğu’nu kurdu. (Üniversitelerin modern dans bölümleri 90’larda açıldı.) Buralardan yetişen ve büyük çoğunluğu sosyoloji, mühendislik, filoloji, tarih gibi farklı alanlarda eğitim alan, apolitik diyebileceğimiz bir kuşak, 90’lar boyunca, bedeni, parçalanmış dramatik yapıyı, sahnede ‘kendi’ olmayı, ‘an’ın gerçekliğini merkez alan yeni bir estetik biçimi kurguladı. Küçücük ya da geçici mekanlarda, tam donanımlı olmayan küçük kadrolarla, sınırlı zamanlarda, sınırlı ekipman ve sınırlı prova koşullarında, prodüksiyon giderlerinin tamamını kendileri karşılayarak gösteriler ürettiler.

 

90’ların başında, karanlık küçük odalarda 10 – 15 seyirci ile başlayan macera, 2000’lerin sonuna doğru, garajistanbul’un 150 kişilik salonunu dolduracak bir seyirciye ulaşmıştı. 2008-2009’da, bir sezon içinde 40 farklı gösteri sahnelenebiliyordu. Bu rakam, tamamen desteksiz, altyapısız ve eğitimden yoksun bir Çağdaş Gösteri Sanatları sahnesi için şaşırtıcı bir rakamdı. Performans sahnesi, garajistanbul gibi profesyonel ve uluslararası bir sahnenin yanı sıra, kendi STK’sı ÇGSG-Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi’ni; ilk ve tek uluslararası Dans ve Performans festivali, iDANS Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali’ni; Galata Perform, ödenekli kurumların yıllardır akıl edemediği türde bir ‘yeni yazar üretme ve destekleme’ organizasyonu olan, ‘Yeni Metin Yeni Tiyatro’ festivalini yarattı. Bütün bunlar, zaman zaman Avrupa’dan sağlanan, proje bazlı desteklerle, çoğu zaman tamamen desteksiz başarıldı.

 

2000’li yılların sonlarında, Avrupa’da, “dans alanında İstanbul’da yaşanan patlama”dan söz edilmeye başlandığında, bu bağımsız sanatçılar, hala bu koşullarda ürettikleri performanslarla, uçak paralarını da kendileri ödeyerek, Türkiye’yi uluslararası festivallerde temsil ediyorlardı ve Kültür Bakanlığı’nın olan bitenden haberi bile yoktu.

 

Bu kadar kaynaksız ve bu kadar sınırlayıcı koşulda, yaratıcılık düzeyiniz ne kadar yüksek olursa olsun, üretebileceklerinizin bir sınırı vardır. Kendinizi aşabilmek için, bir yerden sonra üretim koşullarının profesyonelleşmesi gerekir. Türkiye’de böyle bir profesyonelleşme imkanı sunacak bir sahne sanatları alanı hiç olamadı. Amatör demekten özenle kaçındığımız ‘bağımsız’ çağdaş sahne, işin uzmanları tarafından yıllarca bu amatör koşullarda icra edildi.

 

2005-2010 arası yaşanan ‘big bang’, şimdi kendi içine çöküyor gibi görünüyor. Önce tam olarak yeterli olmasa da iyi kötü iş gören sahneler kapanmaya başladı. garajistanbul önce bir müzikhole dönüştü, ardından 2013 sonunda devredildi. Galata Perform, zaman zaman Belediye’den alabildiği küçük desteklerle 8 yıl boyunca sürdürdüğü ‘Görünürlük Projesi’ni, bu desteği de alamadığı için 2013 yılında yapamadı. İDANS’a 2013 yılında, ara verildi. Devam edip etmeyeceği meçhul. ÇGSG-Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi ise 2010’la beraber dağıldı. Aksanat tarafından bir süre desteklendiği için bir devamlılık edinebilen, tek profesyonel dans topluluğumuz Zeynep Tanbay Dans Projesi, Aksanat’ın desteğini çekmesiyle dağıldı. (?)

 

2010 İstanbul Kültür Başkenti organizasyonu, restorasyonlar dışında, kalıcı tek bir projeye, herhangi bir altyapıya destek vermeden, ardında derin bir yarılma bırakarak geçip gitti. Değiştirebileceğini düşündüğümüz hiçbir şeyi değiştirmediği gibi, sabrımızı ve en önemlisi umudumuzu büyük ölçüde tüketti.

 

Artık ne hayat ne de ‘saha’ bu amatörlüğü taşımıyor. Performans sanatçıları ise ciddi bir amatörlük yorgunluğu içindeler. Amatörlük çoğunlukla gençliğimizde taşıyabildiğimiz bir varoluş şeklidir. Çağdaş Gösteri Sanatları alanında yaşanan ‘durgunluğun’ bir amatörlük yorgunluğu ya da bıkkınlığı olduğu söylenebilir. Saha içinde profesyonelleşemeyen, yeni bir düzleme (böyle bir düzlem var olmadığı için) geçiş yapamayan sanatçılar, kendilerini tekrarlamaktan yorulup ya vazgeçtiler ya da disiplin değiştirdiler.

 

Ülkenin yaşadığı büyük değişimi de değerlendirmeye dahil etmek gerekir. Liberal politikalar uzmanlaşmayı, profesyonelleşmeyi şart koşuyor. Seyircinin ‘deneme’ izlemeye ne zamanı ne de parası var artık. Çok daha seçici davranıyor ve risk almak istemiyor. Harcadığı para ve zaman karşılığında alacağı hizmetin ‘içeriğinden’ emin olmak istiyor. 2010’ların seyircisi, sonu belirsiz maceralar için kendini yormak istemiyor ve kalite talep ediyor.

 

Devlete bağlı sanat kurumlarının, ödenekli tiyatroların kapatılmak, özerkliği sorgulanabilir bir sanat konseyinin kurulmak üzere olduğu; özel tiyatrolara yardım fonunun şeffaflığının tartışıldığı bir dönemdeyiz. Hatta bu ülkede sanatın bir geleceği olabileceğine dair ciddi kuşkular besliyoruz. Böyle bir zamanda, İstanbul ağırlıklı bir azınlığın estetik beğenisine hitap eden bir disiplinin ihtiyaçlarından, gelişebilmek için gereksindiği kaynaktan, desteklenmesi gerektiğinden söz etmek bile son derece naif bir yaklaşım oluyor.

 

Kaçırılan fırsatlardan konuşmak daha inandırıcı olabilir belki… Ödenekli kurumlar bu kadar kendi üzerine kapanmasaydı… Ellerindeki imkanların bir kısmını, önemli bir yaratıcılık potansiyeli ve entelektüel birikim taşıyan performans sahnesiyle paylaşsaydı… Bu gruplar ve sanatçılarla atölye çalışmaları organize edilse, ortak prodüksiyonlar yapılsaydı… (Şehir Tiyatroları’nda Tiyatro Araştırma Laboratuarı ve Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi gibi; Devlet Tiyatrolarında Özerk Tiyatro gibi birkaç deneme yapıldı fakat bünye, her defasında bu çabaları kustu.) Ödenekli kurumlar en azından yaz aylarında iki ay boş duran mekanlarını bağımsız sanatçılara açsalardı… Hatırlı özel tiyatrolar, destek fonundan alacakları birkaç on bin liranın ve kişisel sponsorların peşine düşmek yerine, işbirliği ile bağımsız ve şeffaf bir destek havuzu oluşturmanın şartlarını zorlasalardı…  En önemli özel sanat kurumumuz İKSV, Ülkenin tek uluslararası tiyatro festivalinde, performans sanatçılarına sadece sahne vermekle yetinmeyip, yeni keşifler ve estetik arayışlar için küçük prodüksiyon destekleri vererek, sadece tüketime dayalı bir sanat arzını değil, üretimi de destekleseydi bugün çok farklı bir manzaranın önünde olabilirdik.

 

Performans Sanatlarını, ülkenin genelinden ve sanatından ayrı düşünmenin anlamı yok. İlk vazgeçilen evlat en üvey olanı olabilir ama ardından diğerleri de gelecek. Şu anda dizi sektörünün dolaylı desteğiyle, dikkat çekici bir yükseliş yaşıyor gibi görünen ‘genç’ (?) tiyatronun bu deli rüzgarının daha ne kadar eseceği belli değil.

 

Çağdaş Gösterim Sanatları’nın bıraktığı ‘yenilik’ bayrağını, Batı ile metinsel bir frekansta yeniden uyumlanarak güncellenen bir ‘tiyatro’ yaklaşımının devraldığı görülüyor. Özel Üniversitelerde açılan tiyatro bölümlerinin sağladığı nispeten tazelenmiş eğitimin de etkisiyle, tiyatromuzda oyunculuk ve mekan kullanımı yaklaşımı yenilendi. Elbette İKSV Tiyatro Festivalinin ve performans sanatçılarının 20 yıllık üretimleri sonucunda oluşan entelektüel birikimi de hesaba katmak gerek. Bu gelişmeler sonucunda, yeni bir kuşak çıktı ortaya. Realiteyle bağı hayli güçlü olan bu kuşak, ‘işletme’ konusunda da oldukça maharetli. Amatörlükle profesyonelliği yeni bir şekilde birleştiriyor. TV sektörünün sağladığı profesyonelleşme ile aslında hala amatör koşullarda icra edilen tiyatro alanını destekliyor. Bu kuşakla öne çıkan tiyatro estetiği üzerine söylenebilecek çok şey var. İyi analiz edilmesi gerekiyor.

 

Öte yandan, Gezi sonrası sanatın işlevi ve anlamı üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Kara para aklamaya hizmet edemeyen bir sanat disiplininin sektörleşemediği, sektörleşemeyen bir disiplinin var olmayı sürdüremediği piyasa ekonomisinde sanat üretmek, şimdi ne anlama geliyor? Sanat ‘şimdi’ ne anlama geliyor? Para eder bir nesneye dönüştüremediğimiz için sistemin bir türlü hazmedemediği performans sanatları kendi makus talihini, para etmeyen ‘değerler’ önerebildiği ve bu değerleri kamusal alanda paylaşıma sokabildiği oranda yenecektir, diye düşünüyorum.

186 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page