top of page
Yazarın fotoğrafıNazlı Durak

Hırs değil neşe, merak ve sevgi: Dans iyileştirir!

(..) Gülüp oynayarak 

var olacağız biz, canavarca aşkları, garip evreni düşleyerek.(..) 

Rimbaud¹



Durun biraz bu klişeyi gerçekten söyledim mi? Dans iyileştirir! 


Evet, hayatımın son bi’ dönemini olabildiğince şeffaf haliyle anlatıp konuyu nasıl dansa bağladığımla aklınızı alacağım bir yazı yazma niyetindeyim. “Kişisel olan politiktir” diyen Sara Ahmed’i de dinleyip, kendi iyileşme yolculuğumu olabildiğince çıplak haliyle aktarmaya çalışacağım. 


Bundan bir yıl öncesiydi, içimde ayyuka çıkan bir öfke, bir dargınlık hâli, bir mutsuzluk bünyemi sarmıştı. Bir eziklik hâliydi bu duyguların bastırmaya çalıştığı. Bana bir sürü karanlık şey söylüyordu. Kimisi “hallettim ben ya orayı” dediğim, kimisi daha önce hiç görmediğim türden duygu ve düşünceler etrafımda şeytansı bir dansa durmuştu. 


Bedenimle barışık değildim zaten ama bir feminist olarak bunu söyleyince de suçluluk duyuyordum. Çocukluğumdan beridir hiç hırslı biri olmadım ve hep kendimi bununla eleştirip durdum. Azıcık daha çalışsaydım hep daha iyisini yapabilecektim. Hakkı layığınca bir süredir emek vererek çalıştığım yerde kendimi sürekli savunurken bulmaya başlamıştım ve yönetemediğim bir çatışmanın ortasında kalmıştım. 

Sevgi ve aşka dair etrafıma baktığımda ise duygusal birlikteliklerin nasıl da başkalarını iyileştirdiğini ve yukarı taşıdığını görmek beni daha da dışlanmış ve sevilmeye layık olmayan hissettiriyordu. Peki beni güçsüz kılan daha zayıf hissettiren tüm bu düşünceler nereden geliyordu? 


Dans bana hep bir güç, kendimi ifade edebilme, duygularımı tercüme edebilme becerisi verdi. Duygulara neden bu denli takık olduğumu düşüne dururken onların dünyayı görme biçimimizi nasıl şekillendirdiğini biliyordum. Sara Ahmed okuyordum, duyguların yapışkan² olduklarını da biliyordum. Sara Ahmed yapışan duyguların yüzeyi değiştirdiğini söylüyordu. 


Ben de bu karanlık tarafımla tanıştığımda önce çok korktum, sonra çok utandım. Halen halledemediğim şeyler olduğunu görmek, o yüzleşme anı beni daha da güçsüz ve biçare kıldı. Duygusal olarak gelişemeyen bir toplum olduğumuzun da bilincindeydim. Yüzleşme pratiği çalışan pek çok kişinin ortak söylemi; utanma duygusu gelişmemiş toplumların yüzleşme gerçekleştiremediği yönündeydi. İçimdeki bu karanlığı ya da Jung’un deyimiyle “gölgemi” bastırmadan onunla konuşmalıydım. 


Başta söylediğim “olabildiğince şeffaf” çizgimi bozmadan, olanların da tüm detaylarını vermeden özetlersem: Küçük ölçekte benim hayatımda etkisini gösteren yalnızlık teması, büyük ölçekte -ülke gündeminde- can yakıcı şekilde var olan; özgürlüğünden mahrum bırakma, baskılama fenomeninin “keyif alma”, “neşe” ve “sevgi”yi zedeleyerek beni o kalbi kırık, yıkıcı düşüncelerde boğulan Nazlı’ya dönüştürdüğünü söyleyeceğim. Hem kendi bireysel iyileşmem hem de kolektif iyileşme için bu reçetenin gerekli olduğundan; dansa tutunarak aradığım topluluğu, sevgi ve cesaret ortamını, neşeyi ve özgürleşmeyi hatırlamaya çalışacağım. Hatırlayacağım ve umacağım ki Bell Hooks’un Hep Aşka Dair kitabında söylediği gibi “Bilinçle hatırlamak kalp kırıklıklarımızı onarır. İyileşme böyle başlar.” ³


Bu yazıda yazarlar ve filozoflardan alıntıladığım gibi arkadaşlarımdan duyduklarıma da yer vereceğim, çünkü arkadaşlarımız bunu hak ediyorlar! Hiyerarşik kurumlara, yüceltilen mekânlara, ya da basitçe mekânlara sıkıştırdığımız duygularımız aslında en çok ve en saf biçimde birbirimiz arasında dolaşımda. 




Bölüm 1 : Hırs : Haset 🧿


Hırs ve nefretin yok olması, özgürleşmenin temelidir. 

Özgürleşme "kuşkusuz ki kalbin azadı"dır, öyle 

güçlü bir hakikatin idrakidir ki o noktadan geriye 

dönüş artık mümkün değildir. 


Sharon Salzberg 

*(Bell Hooks ‘Hep Aşka Dair’ syf 109)



Geri dönüşün olmadığı bir yerdeyim. Arkadaşım Nil sayesinde keşfettiğim bir video olmuştu geçen yıl. Laf lafı açarken, laf; tahammülsüzlük, nefret suçları, beraber ortak sevinç alanlarımızın olmayışı etrafında düğümlenip duruyordu. O zaman bizdeki bu ‘nazar değer’ korkusunun başarılarımıza beraber sevinme kültürü yaratmamızı zorlaştırdığını söylemişti Nil. 


Kendisini “YouTuber, ex-filozof” olarak tanımlayan Natalie Wynn, nam-ı diğer ContraPoints’in hazırladığı “Envy” yani “Haset” bölümünde bu nazar kavramından bahsettiğini eklemişti.  Natalie’nin aktardığına göre: Alman sosyolog Helmut Schoeck haset için sosyal veya ekonomik eşitsizliğin bir sonucu değil bütün insan toplumlarında var olan evrensel bir deneyim olduğunu, en eşitlikçi olanlarında bile var olduğunu söylüyor. Natalie, nazar konseptine burada giriş yapıyor ve TRT World kanalının haset üzerine hazırladığı bir videoda birinin yaptığı yorumu öne çıkarıyor. Yorumda “Kem gözlü canavardan korunmak mı istiyorsun? O zaman fikirlerini, isteklerini, hedeflerini başkalarına anlatma ki nazar değmesin” gibi bir ifade yer alıyor. Ayrıca başka toplumlarda da kara büyü, cadılık olarak bu başkası tarafından lanetlenme fikrinin varlığını sürdürdüğünü söylüyor. Hatta Schoeck’e göre “Haset korkusu çoğu toplumlarda insanı geriye çeken bir güçtür.” diye ekliyor.

Konuyu “cancel” kültürünün antik dönem versiyonu olan aforoza doğru getiriyor. Şimdi buraya bir çapa atalım. Bir de, dans eğitim sisteminin üzerimde bıraktığı ağırlığı ona hınç duymadan nasıl atabilirdim? 



Dans ile ilişkimde beni aforoz edilmiş gibi hissettiren şey; doğası gereği rekabetçi olması beklenen ortamı herkes için güvenli bir alana dönüştüremez miyiz diye sorgulamaktı. Arkadaşımıza bakıp hırslanmalıydık, böyle söyleniyordu sınıfta. Çile çekmeliydik, ne kadar çekersek o kadar iyi olurduk. Natalie bu yıkıcı ve şeytanlaştırılan duyguyu, hasedi, enine boyuna ele alırken mantığını şöyle özetliyordu: “Bende yoksa onda da olmasın.” Bir noktada değindiği başlık olan “Kuşaklar arası haset”e sıra geldiğinde bu tip hasedin içerdiği söylemi şu şekilde açıklıyor: “Şimdiki gençlere her şey kolay biz gençken kahvaltıda tırnaklarımızı yerdik, mesajımızı atlarla gönderirdik…”. Bu hasedin temelinde yatan mantık şöyle işliyordu; ilk çocuk olarak kardeşinizle ilgiyi ve sevgiyi paylaşmak zorunda kalınca söylediğiniz o klasik söz “ama bu haksızlık”. Genellikle hiyerarşik ilişkilere sıkıştırdığımız ve duygusal tarafını çok konuşmadığımız eğitim kurumların neredeyse hepsinde kuşaklar arası hasedin gizlice işlediğini görebilirsiniz. 


Natalie, Amerikan kültüründe bastırılan haset duygusunun hayal ve sanat dünyasına sıkıştığını söylüyor ve Spongebob ile Squidward ikilisini Apollon ve Dionysos üzerinden Nietzsche'nin felsefi bakış açısı ile okuyarak, bana göre, kendini aşıyor. Ona göre Squidward kökten hasetçidir. Karakteri mükemmeliyetçi, uysal, ketum, ukala ve katı olarak çizilmiştir. Spongebob ise sezgili, kaotik, coşkulu ve elini neye atsa sanatsal bir hava katmasıyla Squidward’ı çileden çıkaran bir karakterdir. Hatta öyle ki Squidward, Spongebob’un o çocuksu tarafını sürekli aşağılayan, küçümseyen bir tutum sergiler. Öğretmen-öğrenci ilişkisine dönecek olursak, burada hem kuşaklar arası hem de çocukluğun yitirilmesine duyulan hasedin gizlendiğini görebiliriz. “Bizim zamanımızda daha zordu şimdi sizin için her şey kolay.” söyleminin ya da üretken ve enerjik olduğu zamana atıfta bulunarak, sizden şimdiki koşullarla daha iyisini yapma beklentisindeki hırsın altında yatan şey: Bir öğretmenden beklenen akılcı ve otoriter hâli kabul eden, üzerine giymeye çalıştığı “öğretmen” kişisinin hayalperest, coşkulu ve hata yapmaya halâ kredisi olan gençliğinden vazgeçmesi, fedakârlık yapmasının onda yarattığı “ama haksızlık” duygusudur.


Squidward bu duyguyla başa çıkmaya çalışır çünkü haset ettiğini kabul etmesi utanç vericidir, güya kendisi saygın bir entelektüeldir. Buna “Hasedin küçümsemeyle yüceltilmesi” diye başlık atıyor Natalie. Şimdi biraz da okları kendime döndüreceğim. Başından beridir söylediğim beni yabancılaştıran ve dansla ilişkimde bazen harekete geçmekten alıkoyan “yıkıcı” ve “karanlık” duygularıma baktığımda gördüğüm şey hasedin kendisiydi. Kendimce küçümseyerek başa çıkıyordum. Sınıf arkadaşlarımı, balenin estetik ve burjuvazi düşkünü oluşunu, bazen kendimi vb. Başa dönecek olursak, haset duygusu evrensel bir deneyimdi ve onu yok saymamız bizi ileri götürmezdi. Özgürleşmek için hırs ve nefreti tanımalı, kabul etmeli ve yüzleşmeliydik. Yüzleşme için suçluluk ve utanç duygularıyla yerle bir olmayacağımız sevgi dolu alanlara da ihtiyacımız olacaktı. 


Dans, performansa dayalı doğası gereği stres yaratırken aynı zamanda birbirine güvenmenin, duygulara cesurca bakabilmenin ve onları özgürce ifade edebilmenin, biricik mekânlarımız olan  bedenlerimiz aracılığıyla daha naif ve derin bağlar kurmamıza yardımcı olabilir. Gelin görün ki dansın henüz kabul görmeyen bir branş olması ve bu sebeple daha da sıkı sarılarak korunması gerektiği çarpık fikriyle beraber kontrolcü, küçümseyici bir ortama sıkıştırılması bizlerin birbirine güven duymasını zorlaştırabiliyor. Hasedin muhafazakârlığı ve cemaatçiliği beslediğini öne sürüyor Freud. Müthiş iki yüzlü ve soykırım üzerine kurulmuş gerçekliği olan bir toplumun muhafazakârlığına burada girmeyeceğim, fakat cemaatçiliğin dans gibi topluluk odaklı bir branşta karşılığı olduğuna değinmek istiyorum. 


Cemaatçilik ne zaman yıkıcıdır, ne zaman yapıcıdır? Maurice Blanchot’un, okumadığım, kitabı “İtiraf Edilemeyen Cemaatler” in özetinde: Bir araya gelmeye, ötekiye muhtaç olan insanın duygular, inançlar aracılığıyla gruplara dahil olup ortaklıklar kurma çabasıdır.⁶ Dans; sosyal beceriler kazanmanız için, başkalarıyla bir araya gelip aynı mekânı paylaşıp, ter döküp, eğlenip, kendinizden geçmeniz için vardır. Natalie’nin videosuna dönersek Freud şöyle bir genelleme yapıyor: “Dayanışma ve eşitlik güdümüz hasedin bastırılmış izlerini taşıyor”. Hem ortaklıklar kurmak istiyoruz, hem de bizde olmayan şeyin başka insanlarda olmasını da istemiyoruz, bu yüzden de eşitliği bir savunma olarak dayatıyoruz. Natalie buna katılmıyor ve “Cemaat duygusu başka insanlara sahiden önem vermemizden gelmiyor mu?” diye soruyor. Madem bireysel deneyim diyerek buraya kadar geldik, benim için kendimi keşfedip, kendimi ait hissedebileceğim bir cemaat bulmam hip-hop dansıyla mümkün oldu. Hip-hop “siyah kültürüne” ait pek çok farklı dalı olan bir çatı aslında. Bana bir ses veriyor, kendimi ifade etmem için, bana benzemeyen insanlarla bir araya gelip onlardan öğrenmem için bir alan sunuyordu. Bir süredir kafayı takıp öğrenmeyi en çok istediğim dans stili olan Krumping’in doğduğu yer olan Los Angeles’a gitme şansım oldu. Bu sayede bir süredir kaybettiğimi sandığım aidiyet duygum ve bu yüzden sürekli başkalarının hayatlarından keyif aldığını benimse acı çektiğimi düşünmekten doğan hıncım durulmuştu. Los Angeles’ta bir ders esnasında Beast (Sherwin) “Buck zone”u açıklarken (doğası gereği Krumping; çiğ, çirkin ve karanlık olan şeyi arar) “Buck, beraber özgüven oluşturmaktır” demişti. O moda girdikten sonra sizi yalnızca hype’larlar ve siz bu kalabalık gürültüden aldığınız özgüvenle içinizde olan potansiyelin en iyisini açığa çıkarırsınız. Potansiyelinizi açığa çıkarma, tamamlanma, ait hissetme, güven hisleri cemaatçiliğin yapıcı taraflarından biridir bana göre.




Bölüm 2 : Neşe ve Merak 


“Neşe (...) Ustalıkla harcanan bir enerjinin göstergesi, bağımsız bir olumlamadır ; bu halin içinde her şey mümkün görünür. Neşe bir faaliyettir. Zor olan ve zaman alan şeyi kolaylıkla icra etmek, zihnin ve bedenin melekelerini olumlamaktır. “ 


Yürümenin felsefesi



Bu hasedi küçümsemeye çevirerek yüceltilmesine çok nokta atışı, gündelik hayattan örnekler veriyor Natalie videoda (55.18 dk “Sublimation”). Bu çok alengirliymiş gibi gözüken ama gayet basit küçümseme denklemi neşemizi ne zaman kaçırıyor peki? Kendinden tatmin olma, kendini sevebilme, kendinle keyiflenebilme yetine karabasan gibi çöktüğü zaman. Oysa neşe dansın özünde vardır. Dans insanları neşelendirir, eğlendirir. Dans ederken, yürürken, bisiklet sürerken ustalıkla harcayacağınız enerji sonucunda neşeyle dolar bedeniniz. Bir olumlama anı olur, hayata “evet” dediğiniz. 


  • Dansta zor ve zaman alan şeyi kolaylıkla icra etmek acı içerisinde kıvranıp ancak çok çalışarak varabileceğin bir sonmuş gibi kabul edilebilir. Oysa neşe hafif olanla ilgilidir. Potansiyelin en iyisinin çıkması için her şeyi mümkün kılan enerjidir. Potansiyeli bastırılmış, ya da zorlanmayla kandırılmış kişiler için neşe bir ütopya olabilir. Peki neşenin kendisini merak duygusunda yeniden ve yeniden ürettiğini söylesem? Merak yeni yollara gitme isteği, yeni yollarda olmaktan keyif almaksa neşe bir faaliyet olarak bu yolları mümkün kılar.  Herkesin gideceği bir ya da iki yol olduğuna inandırılırsan başka yollar aramaya kalkışır mısın? 


Aslında bu soruyu kendime sorup “Sendeki de cesaret mi? O zaman kalk yollar ara” demiştim. Bu şekilde başlayıp hala devam eden serüvenim içerisinde Jaja’dan, hip-hop kültüründen ve Creatigton’dan çok fazla şey öğrendim. Jaja birbiriyle bağlantısı olmayan pek çok insanı bir araya getirip, onları kendi doğal hallerine bırakabiliyordu. Bir hafta boyunca süren iki ayrı dans kampına katılmıştım. Birinde, R.U.R dans kampı, 2 yıl boyunca zoom üzerinden antrenman yapan, dünyanın farklı ülkelerinden gelen, 6 farklı branşta dans eden 22 kişi ilk defa yüz yüze bir araya geliyordu. Beni de hem dansçı hem aşçı olarak bu ailenin içine dahil etmişlerdi. Bir evi paylaşmıştık bir hafta boyunca. Birbirini yukarı çeken, birbirine nazik ve cömert davranan bir atmosfer yaratmıştık. Öyle hafif ve neşe dolu bir ortamdı ki, her şey mümkündü orada. Hip-hop ve dolayısıyla siyah kültürü gösteriyordu ki dostluk ve aile birbirini yukarı çekmekti. Bununla birlikte, Bell Hooks’un işaret ettiği gibi her aile işlevsiz değildi. Sevgi dolu olduğu bir dünya hayal etmedikçe, ailenin yaralanma, incinme mekânı olarak kalmaya devam edeceğiydi. Ya da bu ailenin içinde farklı bir şeye ilgi duyduğunuzda ya da farklı becerilere daha sahip olduğunuzda size büyük ilgi ve değerle yaklaşıp, kendi yaptığı şeye ne katacağınıza merakla ve neşeyle yaklaşıyorlardı. Creatington benim yaşadığım bir sanatçı ambarıydı. Tüm çatlak neşe kaçıklarının müdavimi olduğu bir lunaparktı. Sahici özgürlüğün bünyede yarattığı hazzı orada tatmış oldum.



R.U.R Camp 2023, photo @dsou1


UNIMATE Animation & Robot Dance Camp, 2023 photo: @estnyboer




Bölüm 3 : Sevgi 


Hepimiz özgür olana dek hiçbirimiz özgür 

değiliz. 


Herkesi sevebilme kapasitemizi nasıl artırabiliriz? Böyle bir şey mümkün mü? Öldürme güdüsü sevgisizlikten mi geliyor? Her sevgi içinde nefret mi barındırır? 

Videoyu bu kadar çok sevmemin ve dans ile ilişkilendirmek istememin sebebi; temelde hasedi enine boyuna tartışırken, kurguda bilinçli olarak geldigi nokta güç ve gücü kullanma üzerine oluyor. Lafı, kendi aklının ve kaderinin sorumluluğunu alma gücüne, sevgiyi ve güveni kullanma gücüne, yeni bir ortak bilinç kültürü yaratma gücüne doğru getiriyor. (Ki lafın buraya bu kadar çabasız geldiğini düşünmeyin. Güya sağ muhafazakarları solun bir hınç koalisyonundan ibaret olduğunu ileri sürüp çarpık, alakasız benzetmelere varıyorlarmış. Bense öylesine bir dansçıyım bu konulara girmeyeceğim.) 


Videodan aktaracağım: Kara Panter Partisi’nin kurucularından Huey Newton, “Bütün güç halkın olsun” sloganını bulurken Nietzsche'den esinlenmiş. “Bütün güç halkın olsun sözünü türetirken, vurgu hep güç kelimesindeydi, çünkü temel insan dürtüsünün güçlü olma isteği olduğunu biliyorduk. Ama insanların üstünde güç sahibi olmak yanlıştır. Sömürü ve ırkçılık, insanlıktan çıkaran bir güç oldu tepemizde, yüzlerce yıldır. Siyah toplumu da güçlü olma isteğine sahiptir. Ama istediğimiz insanların üstündeki güç veya iktidar değil, kaderimizi kontrol edebilme gücü." 


Evet, bu bakış açısı özerklik ve bedensel bütünlük kavramlarını da beraberinde getirir. Siyasetin, sanatın ihtiyacı olan sevgi biçimi pasifleştirilmiş ve  dayatılmış ya da  kendi nefret nesnelerini üreten bir sevgi değil; kendi sorumluluğunu alabilen, kendi kaderini tayin edebilme gücü elinden alınmamış bir sevgi edimidir. Bu kendi sorumluluğunu alabilme, sanatın içinde hasedin iniltilerini*⁸ yaratıcılığa dönüştürme gücüdür. Sanat yapmak için gerekli olan güç, duyguların karmaşık ve kaotik yapısından çekip çıkardığımız bir güçtür. İnsana temel güdüsünü iade eder, bir anlama, dinleme pratiğidir ve sevgiyi üretebilir. Sevmek de zor ve zaman alan bir şeyi kolayca icra edebilme gücü olabilir ve neşe verir. Bir süredir öğrenme merakımı canlı tutmaya, hayata “evet” demeye çalışıyorum. Gerçek sevgi “Hepimiz özgür olana dek hiçbirimiz özgür değiliz.” diyebilmektir diye iddia ederek yazımı bitiriyorum.











Kaynaklar: ¹ Rimbaud, Arthur, 2018, Ofelya - Şimşek çv. Ferit Edgü, Yayına hazırlayanlar: Fahri Özdemir / Faruk Sur, Islık Yayınları

² Sara Ahmed “Duyguların Kültürel Politikası” kitabında bu ifadeyi kullanıyor.

³ Hooks Bell, 2018, Hep Aşka Dair, çeviri Umut İda, Notabene Yayınları

 Hooks Bell, 2018, Hep Aşka Dair, çeviri Umut İda, Notabene Yayınları 

https://www.youtube.com/watch?v=aPhrTOg1RUk&t=5126s ContraPoints, Envy,  (Türkçe altyazı seçenekli)

 Kitapyurdu.com ‘da bulunan kitap özetinden alıntılanmıştır.

 Gros, Frederic, Ocak 2017, Yürümenin Felsefesi, çeviri Albina Ulutaşlı, Kolektif Kitap

 Natalie, “Siyah Hapı Yutma” olarak tarifler; haset ile öykünmeyi ayıran bir çizgi olduğundan bahseder. (8.10 dk) Göbeksizler olarak dilimizde karşılığı olan “bekar erkekler”in kaslı, arzulanan “berkcanlar” karşısında ya hasetlenip “siyah hapı yutacaklardırını” yani bunun ırsî bi özellik olduğunu, hiç ümit olmadığını, zaten hiçbir kadının onu arzulamayacağını bu yüzden mutlu olmanın imkansız olduğunu düşüneceklerdir. Ya da bu hırsı yaratıcı güç olarak kullanıp (buna öykünme deriz) eyleme geçer ve kendini değiştirmek için çabalayacaklarından bahseder. Hasedin iniltilerini, (1:25.11) siyah hapı yutmayı hatırlatarak şikayet etmekten keyif alma, durumu iyileştirmeyip pis iniltiler yaratmak olarak tanımlıyor. Ve ekliyor: “Pis inilti, müziğin tersi gibi bir şey. Çünkü birçok müzik, blues gibi, acıyı keyfe çeviren hayırlı inlemelerdir. Blues tamamen böyle bir şey. "Karım artık beni sevmiyor, olsun bence bacısı sever." İyimserlik işte.” 




419 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page